Türkçe English

Ergenlerde Depresyon

Ergenlerdeki depresyon gün içi belirgin dalgalanmalar şeklinde duygudurum değişikliklerine de neden olabilir. Bir ergen birkaç saat içinde çok keyifliymiş gibi görünürken, birden çok farklı bir görünüm içine girebilir. Zaman zaman gözlenen iyilik hali depresyon varlığının gözden kaçmasına yol açabilir. Özellikle erkek ergenlerde ve dikkat eksikliği, dürtü kontrol sorunu geçmişi olanlarda ergenlikte yaşanan depresyon davranım sorunlarını alevlendirebilir. Okuldan ya da evden kaçmalar, riskli davranışlarda bulunma, çalma, suça karışma gibi davranışlar depresyonun parçası olabilir.

Özetle söylemek gerekirse biyolojik ve psikososyal etkenler birbirleriyle etkileşerek depresyon oluşumuna neden olurlar. Son yıllarda sayıları gittikçe artan genetik ve beyingörüntüleme araştırmaları genetik yatkınlığın ve nörobiyolojik değişkenlerin depresyon gelişimindeki ilişkisine çarpıcı kanıtlar ortaya koymaya başlamıştır. Ancak elde edilen ilişkiler neden-sonuç ilişkini yeterince açıklayamamaktadır. Bazı biyolojik değişimler depresyon gelişimi için etken değil bu süreçte gözlenen bir sonuç olabilir. Öte yandan, psikososyal etkenler de biyolojik süreçleri etkileyebilir. Bu nedenlerle şu sonuca varılabilir: Her bir ruhsal sorunun gelişiminde biyolojik değişkenler –gerek etken gerek sonuç olarak- rol oynar. Biyolojik süreçler de –az ya da çok- psikososyal etkenlerden etkilenir.

Tüm bireylerde yaşam boyu depresyon görülme oranı yaklaşık %20’dir. Depresyon görülme oranı kadınlarda erkeklere göre yaklaşık iki kat daha fazladır (Wichstrom, 1999). Yineleyici depresyon atakları geçiren bireylerin birinci derece akrabalarında depresyon görülme olasılığı yaklaşık üç kat daha sıktır. Yapılan ikiz çalışmaları eş yumurta ikizlerinde eş hastalanma oranlarını ayrı yumurta ikizlerine göre anlamlı düzeyde daha yüksek olarak bildirmektedir. Ancak, diğer pekçok psikiyatrik bozukluğa göre (örneğin, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunda kalıtımla geçiş olasılığı yaklaşık %80’dir) genetik etkenler bir miktar daha düşüktür ve depresyonun oluş mekanizmasında genetik etkenler yaklaşık %40-50 sorumlu tutulur (Pike ve ark., 1996). Depresyon için çok genli ve çok etkenli, karmaşık bir kalıtımsal yatkınlıktan söz edilebilir. Genler hastalıkları belirlemez, ancak protein yapılarını belirler. Bu proteinler de beyin yapısını ve beyinde işlev gören maddeleri (örneğin, nörotransmitterleri) düzenler. Böylelikle, örneğin, beyinde her iki yarım küre arasındaki bağlantıların bulunduğu bölgenin hemen üzerinde yer alan bir yapı olan anterior singulat girusun yapısal ya da işlevsel özelliklerini belirleyen genler dolaylı olarak anterior singulatla ilişkili işlevleri etkiler. Örneğin, hataları fark etme, iç denetim gibi işlevlerin anterior singulatla ilişkili olduğu söylenebilir. İç denetimi gereğinden fazla olan bir birey de depresyona daha yatkın olabilir.

Depresyonla ilişkili biyolojik süreçleri araştıran çalışmaların önemli bir kısmı özellikle serotonin ve noradrenalin gibi sinir hücreleri arasında iletişimi sağlayan moleküllerin (nörotransmitterlerin) işlevlerine odaklanmıştır. Çoğu depresyon hastalarında beyin omurilik sıvısında serotoninin yıkım ürünü olan 5-hidroksi-indolo-asetik asit düzeylerinin düşük olarak bulunması serotonerjik işlevlerdeki azalma kuramını destekler. Öte yandan, depresyon tedavisinde yaygın olarak kullanılan serotonin geri alım engelleyicilerinin etkinliği de serotonerjik işlevlerin önemini vurgular. Ayrıca noradrenalini azaltan maddelerin çökkünlüğe, artıran maddelerin de mutluluk hali yaratması noradrenalinin etkinliğini destekler. Kronik stres ve travmalar –öğrenilmiş çaresizlik duygusunu da yaratarak- noradrenalin deşarjının gerçekleşmemesine yol açabilirken, akut stres durumları özellikle kaygı ve panik duygusunun oluşmasını tetikleyen noradrenalin deşarjını doğurabilir. Öte yandan, depresyonda artış gösteren kortizol düzeyleri ve çok eskiden beri depresyona ögzün bir test olarak kullanılan deksametazon supresyon testi depresyondaki hormonel sistemlerin etkilerine dair diğer kanıtları ortaya koyar.

Psikososyal risk faktörleri arasında ebeveyn depresyonu, olumsuz akran ilişkileri, erken yaşta ebeveyn kaybı, aile içi çatışmalar, istismara maruz kalma gibi etkenler ön plana çıkmaktadır (Roberts ve Bishop, 2003). Öte yandan, biyolojik ve çevresel etkenlere bağlı olarak zaman içinde gelişen, şekillenen ve kalıplaşan düşünce şemaları da kişinin depresyona yatkınlığında belirleyici olabilmektedir. Ergenin küçük yaşlardan itibaren olumlu geribildirimler almaması, gerekli olduğunda ödüllendirilmemesi, aşırı cezaya maruz kalması gibi etkenler ergenin kötümser bir yapı kazanmasına yol açabilir. Tekrarlayıcı bir şekilde çabaların boşa çıkması ve hemen her zaman olumsuz sonuçla karşılaşmak “öğrenilmiş çaresizlik” durumunun gelişmesini tetikleyebilir. Bu durumda da ergen olumlu sonuçlara odaklanmakta, olumlu gelişmeleri fark etmekte güçlük çeker. Olaylar üzerinde hiçbir şekilde kontrolü ve etkisi olamayacağı duygusuna kapılabilir. Bazı düşünce şemaları depresojen şemalar olarak nitelendirilmektedir. Özellikle kötümserlik, düşük kendilik değeri, ümitsizlik gibi düşünce şemalarının baskın olduğu kişilerde depresyon görülme riski daha fazladır (Lewinsohn ve ark.,1994). Problem çözme becerileri gelişmemiş, sorunlarla karşılaştığında onlara alternatif çözümler üretme fırsatını yeterince yakalayamamış ya da bu becerileri geliştirmek için yeterli donanıma sahip olmayan ergenler de sorunlarla karşılaştıklarında uyumsuz ve yapıcı olmayan yöntemleri kullanabilirler. Bu yöntemler de çoğu zaman depresyon gelişimini destekleyici olur.

Aile sistemi yaklaşımında da depresyon gelişiminde aile içi rollerin, davranış örüntülerinin ve aileye ait özgün hikayelerin rol oynadığı belirtilir. Bazen ergenin depresyonunun aile içi sorunları örten, maskeleyen bir rolü olabilir. İlginin ve duygusal tepkilerin ergenin depresif belirtilerine odaklanması, örneğin anne ile baba arasındaki ilişki problemlerini gölgeleyebilir. Bu durumda da bazen aile içi bireyler ergenin depresyonunun çözümüne karşı bilinçli olmaksızın direnç gösterebilirler. Ergenin depresif belirtilerinin ortadan kalkmaya başlaması ile, örneğin annede depresif belirtiler ortaya çıkmaya başlayabilir. Sistemler yaklaşımı aynı zamanda aile dışındaki sistemlerin de (örneğin, okul, yaşanan şehir) benzer mekanizmalarla ergenin depresyon geliştirmesinde rol oynayabileceğini savunur. Psikanalitik yaklaşımlar da temel olarak depresyonda kişinin kendisine yönelmiş agresyonunu vurgularlar. Kendilik algısıyla gerçekçi olmayan ego ideali arasındaki uyumsuzluğun özellikle aşırı beklentilere sahip ve eleştiren ebeveyn tutumlarından kaynaklandığı savunulur. Bağlanma sorunları da depresyon gelşiminde önemli bir belirleyici olarak ele alınır.


Dr. Koray Karabekiroğlu


En iyi 1024x768 çözünürlükte görüntülenir... Türkçe Anasayfa English Home Page
Bu sitede yer alan yazıların her türlü yayın hakkı Dr. Koray Karabekiroğlu'na ait olup; kendisinden Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre yazılı izin alınmadan söz konusu yazıların herhangi bir bölümü veya tamamı iktibas edilemez veya herhangi bir usul ile çoğaltılamaz. Kaynak göstermek ve bilimsel kurallara riayet edilmek kaydı ile alıntı yapılması mümkündür.

Çocuk ve Hayat üzerine her şey için tıklayın

Web sitesi: Koray Karabekiroglu